BASINDAN > BASINDAN > BASINDAN > BASINDAN >

Coya DELEVİKeridos amigos, de vez en kuando, en mis artikolos apunti la importansa de inkulkar a los chikos, nosyones, preseptos de Judaismo. Syempre tuve la konviksyon ke esto es una garansiya (portanto minima) para muestro futuro. El esensyal es akodrarmos de muestros orijines i pasado...

Perspektif
9 Ocak 2008 Çarşamba

İsrail’den Ankara’ya çok özel bir not
Fatih ÇEKİRGE  > Hürriyet / 27.08.2007

ABD’deki Yahudi grupların en önemlilerinden American Jewish Commitee ve Anti Defamation Leaque (ADL) (İftira ve İnkárla Mücadele Birliği) 1915 Ermeni olaylarını soykırım olarak tanıyacağını bildirdi.
Bu olay bizi Türkiye’de giderek yayılan iki düşmanlığı körükleyecek bir sonuca sürüklüyor.
Birisi Amerikan düşmanlığı.
Öbürü Antisemitizm.
Bugüne kadar ABD’de Ermeni soykırım tasarısı ile ilgili yapılan bütün oylamalarda Yahudi lobileri Türkiye’den yana tavır almışlardı.
Şimdi bir karar değişikliği var.
Bunun temelinde bir süredir Türkiye’nin İran’la başlattığı ortak enerji projeleri yatabilir. Tahran’ın, "İsrail yeryüzünden kaldırılmalıdır" açıklamaları ve nükleer faaliyetleri, Lübnan’da Hizbullah’a yardımları ve Irak’ta ABD’ye karşı casusluk faaliyetleri, Şii desteğiyle birleştirilince olayın boyutları ABD ve İsrail çıkarları açısından daha da büyüyor.
Türkiye işte bu İran’la ortak "enerji projeleri"ne başlamıştır.  Enerji Bakanı Hilmi Güler’in Tahran ziyaretinin ardından da ABD’deki Yahudi lobisinin bu kararı gelmiştir.  İşte şimdi Ankara’nın önünde çok özel bir not durmaktadır.
Bu olayın bir İsrail düşmanlığını tetiklemesine kesinlikle izin verilmemelidir. Çünkü İsrail Türkiye için çok önemli bir müttefiktir.
Kararı alan lobinin üyelerinin aslında birer ABD vatandaşı olduğu unutulmamalıdır.
Bu bağlamda sorunun ABD merkezli çözümü esas alınmalıdır. Evet, ben bugüne kadar Türk- İsrail ilişkilerinde İsrail’in hep sözünü tutan bir devlet olduğunu gördüm. İsrail arkadan dolanan, pusu kuran, ikili oynayan bir devlet değildir. Türkiye, İran, İsrail ve Ortadoğu politikalarına din eksenli değil, bu açıdan bakmalıdır. İsrail düşmanlığına izin verilmemelidir.

Yahudiler de “soykırım” derse; dış politikada zor tercihler...
Cengiz ÇANDAR  > Referans / 24.08.2007

“...ADL’in “yeni pozisyonu”nun Ankara’da yarattığı sıkıntı, bu kuruluşun, bugüne dek, Türkiye’ye “en müzahir” Yahudi kuruluşlarının başında gelmesi. Dahası, Foxman’ın çok hararetli bir “Türkiye sempatizanı” olduğu da bilgilerimiz dahilinde.
Foxman’ın açıklamasından önce Holocaust mağduru, Nobel ödülü sahibi ünlü Yahudi şahsiyet Eli Wiesel ile görüştüğünü ve açıklamanın bu görüşme üzerine yapıldığı bildirmesi, söz konusu “pozisyon”a “moral ağırlık” kazandırıyor.
Ankara’dan gelen ilk “asabi sinyaller”, bu gelişmenin Türkiye’deki “Yahudi cemaatinin durumunu” ve Türkiye- İsrail ilişkilerini zora soktuğu. Asıl zora girmesi gereken, Türkiye- ABD ilişkileri olmak durumunda; zira ADL bir İsrail değil Amerikan kuruluşu. Eylül ayında Amerikan Kongresi’nin önüne gelecek olan “Ermeni soykırım tasarısı” ise, İsrail değil, Amerikan yasama organının gündeminde.
ADL Başkanı Foxman’ın açıklamasıyla, “Türkiye’deki Yahudi cemaatinin durumunun zora gireceği”nden söz etmek, bu topluluğu kendi vatandaşımız olarak görmek yerine, “İsrail’in Türkiye’deki beşinci kolu” gibi değerlendirmek anlamına gelir ki, bu, isabetli bir yaklaşım olmaz.
Elbette ki, Türkiye’deki Yahudi cemaatinin İsrail ile yakın ve yoğun ilişkileri var. Bu ilişkiler, iki ülke arasında bir “köprü” oluşturulmasında da rol oynuyorlar. Hatta daha da ileri gidelim, İsrail, Türkiye Yahudilerinin “ulus- devleti” sayılır. Bu bakımdan, Türkiye’deki Ermeni cemaatinin Ermenistan ile ilişkilerinden pek de farklı değildir.
Peki, Türkiye, Türkiye Yahudileri için nedir?
Onların 500 küsur yıllık vatanlarıdır. Türkiye Devleti de, onların vatandaşlık bağı ile bağlı oldukları devlettir.
Amerika’daki bir Yahudi kuruluşunun aldığı bir pozisyondan ötürü, Ankara’nın canı sıkılacak ve bu Türkiye Yahudi cemaatinin durumunu zora sokacak olursa, bunun adı “anti- Semitizm”e varır ve 1915’e ilişkin iddialara “moral meşruiyet” kazandırır.
Dolayısıyla, “vatandaşlık hukuku”nu siyaset yoluyla ihlal etmemek, modern devlet anlayışının gereğidir...”

AKP hükümeti antisemitizm ile mücadele etmek zorunda
Semih İDİZ  > Milliyet / 25.08.2007

ABD'nin etkin Musevi kuruluşlarından, kısa adı "ADL" olan, Anti- Defamation League (Karalamacılığa Karşı Birlik), Ermeni soykırımını artık tanıyacağını belirtmesine rağmen, Kongre'de bekleyen "Ermeni soykırımı tasarısı"na karşı olduğunu açıkladı.
Buna da, Türk- Amerikan ve Türk- İsrail ilişkilerinin zarar görecek olmasının yanı sıra, "Türkiye'deki Musevilerin tehlikeye girecek olmalarını" gerekçe gösterdi. İlk iki gerekçe tabii ki doğrudur. Ankara da zaten resmi tepkilerinde "ilişkilerin darbe yiyeceğini" vurguluyor.
ADL'in son gerekçesi ise bizim açımızdan rencide edicidir. Nitekim eski ABD Başkanı Bill Clinton da Kongre'ye gelen Ermeni tasarısını zamanında benzeri bir argümanla engellemişti.
Kavgam zarar verdi
Temsilciler Meclisi Başkanı Denis Hastert'a bir mektup göndererek, "Bu tasarı geçerse Amerikalıların can güvenliği tehlikeye girer" demişti. 
Hastert da bunun üzerine tasarıyı gündeme almaktan vazgeçmişti. Kısacası, bu yaklaşım bizi "saplantıları uğruna masum insanların hayatını tehlikeye sokan millet" olarak göstermeye çalışıyor.
Aslında bu imajın oluşmasında bizde yaşanan bazı gelişmelerin de etkili olduğunu inkâr edemeyiz. Burada ilk etapta Hrant Dink'in katledilişi, Rahip Santoro cinayeti ile misyoner katliamı akla geliyor.  Bu arada, Hitler'in "Mein Kampf" (Kavgam) adlı kitabının "en çok satanlar" listelerimizde boy göstermesi de, Türkiye'de antisemitizmin hızla arttığına dair bir izlenime yol açmış bulunuyor.

Kamhi'ye verilen ödül
Nitekim bu konu Batı medyasında çok işlendi. Musevi olan bir önceki ABD Büyükelçisi Eric Edelman da Ankara'da bulunduğu süre zarfında bu konuya özellikle eğildi.  Özetle, Ermenilere karşı soykırım işlendiğini artık kabul eden ADL, ABD ve İsrail'in çıkarları için Türkiye ile ilişkileri kurtarma uğruna Kongre üyelerini, "hoşgörülü Türk" değil, "saldırgan Türk" imajıyla etkilemeye çalışıyor.  Hükümetin işte burada devreye girip hem bu yaklaşıma, hem de bizde bu imaja yol açan unsurlara karşı kararlı bir duruş sergilemesi gerekiyor. Bunu yaparken elini güçlendirecek güzel gelişmeler de var zaten.
Musevi kökenli vatandaşımız Jak Kamhi'ye Cumhurbaşkanı Sezer tarafından daha geçen gün Devlet Nişanı verilmesi gibi. Balat'ta dört yıldır yapılan Yahudi kültürü festivali gibi. Türkiye'yi güven içinde ziyaret eden milyonlarca İsrailli gibi.
Hükümet hevesli görünmüyor
Fakat hükümetin bu konuda çok da hevesli olmadığı görülüyor. Bu da herhalde "tabandan gelecek tepkiyi" gözetiyor olmasından kaynaklanıyor. Türkiye'ye kendisini adamış bir vatandaşımız olan Jak Kamhi'ye verilen nişan sonrasında, "İslami kesimden" olduklarını belli eden bazı kişilerden aldığımız çirkin mesajlar da zaten bu tabanda ne tür düşüncelerin gezdiğini göstermeye yetiyor.
Hükümetin bu yüzden "antisemitizm" ile mücadeleyi ciddi bir şekilde gündemine alması gerekiyor. Bu tabii ki, Filistinlilere yaptıkları nedeniyle İsrail'in acımasızca eleştirilmesini engellemez. Fakat bu başka, Batı'da çok görülen ancak bizim tarihimizde pek olmayan antisemitizm çok başka bir şeydir.
Ermeni tasarısına gelince, onu da bir sonraki yazımızda ele alacağız.

Mühürlü tren vagonuna kurşun kalem ile yazılmış
Mine KIRIKKANAT  > Vatan/ 24.08.2007

Burada, bu yük vagonunda
Havva’yım ben
Oğlum Abil ile.
Büyük oğlumu görürseniz
Kabil, insanoğlu,
Ona deyin ki ben...
DAN PAGIS

Gitmek zamanı geldiğini, önce Yahudiler hisseder. Çünkü onlar, nereye gittiğini bilmedikleri vagonlara tıkılmış, hatta “sizleri güvenli bir yere sevkediyoruz” diyen Yunanlılara kanmış, Selanik’ten, Atina’dan Alman temerküz kamplarına kalkan yük trenlerine, “birinci mevki” fiyatı ödedikleri biletleriyle bindirilmişlerdir.
Onlar, “beğenmeyen gitsin” söyleminin “beğenmeyeni göndermek” eylemiyle devam edeceğini, kalıp direnenleri ise tehcir ya da imhanın beklediğini en iyi bilenlerdir.
***
Türkiye’de ırkçılık hızla artıyor. Ama en çok da ABD ve İsrail nefretine teğet bir Yahudi düşmanlığı yükselişte. İsrail politikalarından onlar da sorumluymuş gibi, Türk Yahudilerinden sevgi ve saygıyla söz etmek, cesaret işi sanki.
Oysa ben bir Yahudi dostuyum. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna emeği geçen, bilgisini, inancını, kültürünü bu toprakları aydınlatmak için seferber eden Sabetayistlerin hayranıyım.
İşte bunları söylemek, yürek istiyor artık Türkiye’de. Böyle hissedenler, böyle düşünenler bile “konuşmuyor” artık.
Yazılarımdan, sanki yüreklerine saplanıyormuş gibi nefret eden bir grup faşist, “Yahudi dölü, İsrail uşağı” olmakla ödüllendirmedikleri zamanlar, “Sen defol git Fransa’ya, orada yaşa, orayı yaz, kaltak madam...” falan diye yüreklendirirler.
***
Hayır, ne Yahudi var ailemde, ne dönme, ne de Sabetayist. Olsaydı, ne iftihar eder ne de utanırdım. Bir zenginlik, bir artı olarak taşır, kimlermiş, neler başarmışlar araştırır, bilgi dağarcığıma bir fiyonk daha atardım.
Ama (yurdundan) gitmemek, (işinden) gönderilmemek için “susmak” zamanı geldi.
Bana “Yahudi dölü, İsrail uşağı, Fransız kaltağı...” diyenlerin kime oy verdikleri belli. Başbakan, Bekir Coşkun’la sınırlı sandığımız önerisini düzeltti ya, meğer hepimize buyurmuş, “Senin cumhurbaşkanın değilse, T. C. vatandaşlığından çıkman gerek” diye. Kalmak ya da gitmek, susmak ya da konuşmak, “olmak ya da olmamak ” sorunuymuş demek ki bazen. Ben kalacağım, diye inatlaşmam. Gönderildiğim yerden giderim. Ama susmam. Gittiğim her yerden, bildiğim her dilden Türkiye’yi yazarım.
Fransa’da en iyi, en yakın arkadaşlarım Yahudidir. İsrail politikalarını birlikte eleştiririz. Hatta bazıları, benden daha çok eleştirir. ABD’ye dair düşüncelerimiz aynıdır. Çünkü benim arkadaşlarım, sosyalisttir. Gazetecidir. Yazardır. Sanatçıdır. Evrensel kültürün dürüst emekçileridir.
Kimisinin babası, kimisinin annesi bileklerinde temerküz kamplarının numaralarını taşırlar. Ve onların genetik belleğine, ateşle dağlanmıştır susmak zamanı geldiğinde, aslında gitmek zamanı olduğu.
Ama iki bin yıldır sürüle gönderile, dayanıp direnmeyi, hatta savaşmayı da en iyi öğrenenler onlardır. Türkiye, Ermeni lobilerinin ABD senatosundan çıkarmak istediği soykırım yasalarını yıllardır Yahudi lobileri sayesinde bloke ediyordu.
Ve o kale, şimdi düştü. Blokaj kalktı, Ermeni soykırım yasası her an çıkabilir.
Ne oldu da kaybedildi ABD’deki Yahudi lobisinin desteği acaba?
El Kaide’nin dünyada yaptığı yegâne “sinagog” saldırılarında, teröristlere “İslamcı” demeyi reddeden;
Terörist Hamas’ı “demokratik hükümet”, İsrail’i “terörist devlet” diye niteleyen;
“Yahudi soykırımı yalandır” diyen bir Ahmedinecad’ı dünya protesto ederken susup, üstüne üstlük bir de gaz anlaşması yapan zihniyet mi kesti, acaba bu desteği?
Yahudiler, susmak zamanı geldiğinde “defol git”in uzakta olmadığını bilirler.

Lobi fetişizmi
Ferai Tınç  > Hürriyet / 24.08.2007
DEĞİŞİM o kadar hızlı oluyor ki, değişmez sandığımız doğruları gözden geçirecek bile vakit kalmıyor.
Bir zamanlar, ABD'deki Musevi lobisinden icazet almadan Türkiye'de hükümet olunamayacağı inancı vardı.
Hükümetlerin, hükümete aday olanların ABD ziyaretlerinde Musevi lobisinin kapısı çalmak kaçınılmazdı.
ABD'nin kolları en uzun, en etkili lobisi olan Musevi lobisinin desteği önemliydi.
Lobi fetişizmi Özal ile başlamıştı.
Son yıllarda Musevi lobisi de eski bütünlüğünü yitirdi ve değişik çıkarlardan etkilenen çok başlı bir nitelik kazandı.
Ermeni soykırım iddialarıyla ilgili olarak Musevi cemaat örgütleri arasında başgösteren görüş ayrılıkları da bunun sonucu.
Ermeni diasporasının, soykırım ile ilgili karar tasarısını Kongre'den geçirme girişimine karşı Ankara'nın en güvendiği destek, Amerika'daki Musevi lobisi idi.
* * *
ADL (Anti Defemation League) adlı örgütün, soykırım iddialarına destek vermesi önemli bir gelişme.
Ama bundan çıkartılacak ders daha önemli. Lobilere sırtını dayayarak siyaset yapma anlayışının artık sonuç vermeyeceği anlaşılıyor.
Üstelik bu tür destek arayışları, herhangi bir terslik olduğu zaman gereksiz gerilimlere yol açabilme potansiyeli de taşıyor.
Örneğin, Ankara'nın bu konuda İsrail hükümetine başvurduğunu öğrenince şaşırdığımı söylemeliyim.
İsrail, Türkiye'deki Musevi cemaati üzerinde ne kadar etkili olabilirse, ABD'deki bir dernek üzerinde o kadar etkili olabilir.
Bu derneğin kararını değiştirme nedenleri tabii ki araştırılmalı. Dersler çıkartılmalı ve önlemler alınmalı.
Ama her şeye kendi ağırlığını vererek.
Aracıların ağırlığını abartmak, ona ihtiyaç duyanın etkisini hafifletir.
* * *
DÜN Türkiye'deki Musevi Cemaati bir açıklama yaptı. Açıklamada, "Türk Musevilerinin ADL'nin görüşlerini paylaşmadığı" belirtildi.
Açıklamadaki bir satır özellikle dikkatimi çekti.
"Yerel internet sitelerinde yer alan ve Yahudiler diye başlayan haberlerin kamuoyunu yanıltıcı olabileceğini ve bu görüşün sadece Amerikalı Yahudilerin görüşünü yansıttığını önemle belirtmek isteriz" deniyordu.
Bu satırı özellikle aktarmak istedim. Bu çok önemli bir nokta. Soykırım iddialarını kabul ettiğini açıklayan ABD'de önemli bir cemaat örgütü ama en etkilisi de değil.
Kaldı ki etkili olsa ne olur. Bu, bütün dünyadaki Musevileri bağlar mı?
* * *
KOMPLO teorileriyle beslenen çevrelerin fırsat kollamaları, ırkçı, bölücü ayrımların anlayış görmesi öyle bir iklim yarattı ki, Sünni Müslüman Türkler dışındaki bütün Türk vatandaşları tedirgin.
İnsan kendi vatanında kendisini sürekli olarak izah etme gereği duyarak, kötü niyet taşımadığını ispat etme zorunluğu hissederek yaşadığı sürece orada, haktan, hukuktan ve daha önemlisi "bütünlükten" söz etmek mümkün olabilir mi?

Yine soykırım meselesi
İsmet BERKAN  > Radikal / 24.08.2007
Amerika'nın en büyük Yahudi lobi kuruluşu ADL'nin, 'Evet, 1915 yılında Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir Ermeni soykırımı olmuştur' demiş olması pek çok bakımdan çok önemli.  Meselenin birincil önemi kuşkusuz, Türkiye'nin soykırım iddiaları konusunda en büyük destekçisi, hatta bir anlamda kader ortağı olan bir kuruluşu, dolayısıyla İsrail'i de kaybetmiş olması.
Bu cümleyi biraz açmalıyım: İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve sırasında Almanya'daki Nazi yönetiminin Avrupa'daki Yahudileri soykırıma uğratmış olması, dünyada bir 'soykırım hukuku' doğmasının da sebebi. Biraz bu yüzden biraz da Yahudi soykırımının öneminin azalmaması bakımından Yahudi kuruluşları ve İsrail, Türkiye ile ilişkilerinden de bağımsız biçimde 1915'te Anadolu'da Ermenilerin başına gelenler için 'soykırım' kelimesini kullanmıyordu. Bu devir sona erdi.
Türk- İsrail ilişkilerinin daha büyük bir derinliği kuşkusuz var ama soykırım meselesi iki ülkeyi bir arada tutan tutkallardan biriydi, bu devir de sona erdi. Konuyu önemli kılan ikinci nokta, ADL'nin de tanımasıyla birlikte halen Amerikan Kongresi'nde beklemekte olan soykırım tasarısını engelleyen kuvvet çok ama çok zayıfladı. Artık Türkiye sadece kendi stratejik ağırlığı ve bir anlamda da Amerikan yönetimi üzerindeki 'şantaj gücü' ile bu tasarıyı engelleyebilir. Daha birkaç ay önce olduğu gibi İsrail Başbakanı'nın ilgili komitedeki bir senatörü veya milletvekilini araması artık mümkün olmayabilir, veya arasa bile bir etkisi olmayabilir.
* * *
Gerek bireysel gerekse kurumsal düzeyde iki konunun büyük eksikliğini çekiyoruz ve dikkat edin başımıza gelen kötülüklerin büyük bölümü bu eksiklerden kaynaklanıyor.
Eksiklerin birincisi, ilkeli olmak, ilkelere sahip olmak. İkincisi ise stratejik düşünmek.
Diyelim Ermeni soykırımı iddialarından söz ediliyor. Burada ilke sahibi olmak demek, bu ilkelerin uluslararası hukuk, insan hakları ve genel ahlak çerçevesinde oluşturulmasını gerektiriyor.

Uluslararası hukuka göre soykırım çok ağır bir insanlık suçu. Her ne kadar Ermeni meselesinde bu 'suç'un tespiti imkânsıza yakınsa da (çünkü soykırım hukuku 1948'den geriye çalışmıyor) ortada bir hukuk olduğunu unutmamak gerek.
İnsan hakları, insanın insan olarak doğmaktan ileri gelen haklara sahip olduğunu gösteren kurallar. Bu kuralların başında insan hayatının korunması geliyor.
Genel ahlak ilkeleri de, 1915'ten önce Anadolu'da sayıları bir hayli olan (çok tartışmalı olduğu için rakam vermiyorum) Ermenilerin buradan gönderildiğini, o 'tehcir' sırasında sayısı yine tartışmalı miktarda Ermeni'nin yer yer sistematik biçimde devlet güçleri tarafından, yer yer ise devlet güçlerinin koruma çabasına rağmen bir kısım sivil halk ve çeteler tarafından öldürüldüğünü, gidenlerin hiçbir zaman geriye dönmediğini, gidenlerin mal ve mülkerine savaşın finansmanı amacıyla (teorik olarak geri verilmek veya bedeli ödenmek üzere) el konulduğunu, tehcirin genel gerekçesinin savaş sırasında arkadan saldırmakta olan Ermeni milliyetçisi çetelerin faaliyeti olmakla birlikte tehcir sırasında kurunun yanında yaşın da yandığını kabul etmeyi gerektiriyor.
İşte Türkiye, bu üç ilke çerçevesinde stratejik düşünmeyi başarabilmeli ve daha bu sorunun ortaya çıktığı 70'li yıllarda, Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilere Osmanlı tarafından yaşatılan acılardan ve trajediden büyük üzüntü duyduğunu açıklayabilmeli, üzüntüsünde samimi olduğuna dünyayı inandırabilmeliydi.
Bu yapılmış olsaydı, bugün dünyanın onlarca parlamentosu bugünün Türkiye Cumhuriyeti'ni soykırımcılıkla suçlayamıyor olacaktı. Kanama başladığı yerde durdurulacak, belki de Türkiye kendi tarihiyle daha serinkanlı biçimde yüzleşme, kendi geçmişiyle daha sağlıklı biçimde barışma fırsatını yakalayacaktı.
Ama biz ne yaptık? Ne dediğim ilkelere sahiptik ne de bir stratejik düşünme biçimi oluşturduk. Onun yerine savunmaya çekildik. Ve savuna savuna son kalenin önüne kadar da geriledik, ADL'nin açıklamasıyla o kalenin surlarında da büyük bir gedik açıldı şimdi.
Daha ilk gün en büyük korkumuz neydiyse, o korkunun esiri olduğumuz için, sonunda korktuğumuz şey başımıza geliyor.
Benim ne babam ne dedem ne de onun babası Ermeni tehcirinde ve kıyımında rol aldı ama işe bakın ki, dünyanın onlarca parlamentosu beni, yani 1915'ten 49 yıl sonra doğmuş olan beni de 'soykırımcı' sayıyor.
Hadi bütün dünya hatalı ve bize düşman, peki bu sonuca ulaşıyor olmamızda bizim hiç mi kusurumuz yok?